İmâm-i Rabbânî Hazretlerinin Hâl Tercemesi
Mektûbât kitâbı üç cild olup fârisîdir. İçinde birkaç da arabî mektûb vardır. 1393 [m. 1973] senesinde, Pâkistânda Karaçide Nâzımâbâdda îtinâ ile basılmışdır. İstanbulda da ofset baskısı yapılmışdır. Bu fârisî baskıdan, bir aded, Birleşik Amerikada Kolombiya Üniversitesi kütübhânesinde mevcûddur. Mektûbâtı, Muhammed Murâd-ı Kazânî Mekkî “rahime-hullahü teâlâ”, arabîye terceme edip (Dürer-ül-meknûnât) ismini vermişdir ve 1316 senesinde Mekke-i mükerremede Mîriyye matbaasında iki cild üzere basılmışdır. İstanbulda, Bâyezidde belediye kütübhânesinde 53 numarada mevcûddur. İstanbulda, 1963 senesinde ofset usûli ile yeniden basılmışdır. Birçok kitâbları Pâkistânda Karaçide yeniden basılmışdır. Bunlardan, (İsbât-ı nübüvvet) kitâbı, 1394 [m. 1974] senesinde, İstanbulda ofset usûli ile basılmışdır. Bu arabî kitâbın hâşiyesine, ya’nî kenârına, imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” hâl terecemesini de yazmışdır. Biz buradan bir kısmını aşağıda bildireceğiz. İmâm-ı Rabbânîyi “kuddise sirruh” dahâ yakından ve dahâ etraflı tanımak istiyenlerin, Hâce Muhammed Fadlullahın fârisî (Ümdet-ül-makâmât) kitâbını ve Muhammed Hâşim Bedahşînin (Berekât) kitâbını okumaları lâzımdır. İhlâsın artmasına, îmânın vicdânîleşmesine yardım eden bu kitâb da fârisî olup, İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır.
(Muhammed Murâd-ı Kazânî, 1272 de Rusyada Kazan vilâyetinin Ufo kasabasında doğmuşdur. Memleketinde medrese tahsîlini iyi bitirip, 1293 [m. 1876] de Buhârâya geldi. Buhârâ ve Taşkendde yüksek din bilgilerini okudu. 1295 de Hindistâna ve Hicâza geldi. Medîne-i münevverede de okudu. Tesavvufda da yetişdi. 1302 de Reşehât kitâbını ve sonra Mektûbâtı arabîye terceme etdi. İmâm-ı Rabbânînin “rahime-hullahü teâlâ” hâl tercemesini de arabî yazdı).
Muhammed Murâd-ı Münzâvî “rahime-hullahü teâlâ” başkadır. Mektûbâtı arabîye terceme etmemişdir.
Geçmiş insanların hâllerini, ilmlerini, cehllerini, salâh ve dalâletlerini anlıyabilmek için, çeşidli yollar vardır. Bunlardan birisi: Bir mezheb, bir rejim, bir yol sâhibi ise, kurduğu yolu incelemekdir. İkincisi: Eserlerini, kitâblarını okumakdır. Üçüncüsü: Onun hakkında insâf ile söyleyip, meziyyet ve kusûrlarını bildirenleri dinlemekdir. İmâm-ı Rabbânîyi “kuddise sirruh” bu üç bakımdan da tedkîk edelim:
1 — İmâm-ı Rabbânî, müceddid ve münevvir-i elf-i sânî, Ahmed ibni Abdil-Ehadın yirmidokuzuncu babası, Emîr’ül-mü’minîn Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. Dedelerinin hepsi zemânlarının büyük âlimi, sâlih, fâdıl kimseleri idi.
2 — Bir kimseyi dünyâya gelmeden evvel haber veren müjdeler, zan ile ve yaklaşık olur. İsm ile, memleket ile bildirilmez. Mehdî hakkında haberler böyledir. Bunun içindir ki, zemân zemân Mehdîlik iddi’âsında bulunanlar eksik olmamışdır. Din imâmlarımız için verilmiş olan müjdeler de böyledir. Meselâ (Din yer yüzünden kalkıp Süreyyâya [ya’nî Ülker denilen yıldız kümesine] gitse, Asyadan çıkan bir genç onu yakalar getirir) ve (İnsanlar sıkışıp güçlüklerini çözecek âlim ararlar. Medîne-i münevveredeki âlimden dahâ üstününü bulamazlar) ve(Kureyş kabîlesinden olanlara dil uzatmayınız. Onlardan bir âlim, yer yüzünü ilm ile dolduracakdır) hadîs-i şerîfleri de böyledir ki, birincisi imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeyi, ikincisi imâm-ı Mâlik bin Enesi, üçüncüsü de imâm-ı Şâfi’înin geleceğini müjdelemekdedir denildi “radıyallahü anhüm ecma’în”. Bu haberlerin hepsi, ne kadar kuvvetli olsa da, zan olup, ilm ve kat’iyyet bildirmez. Dostlar için ilm gibi olup, düşmanların, inâd ve inkâr edenlerin cehllerini artdırır. Çünki kabûl edenlerin çokluğu ve büyüklüğü karşısında red ve inâd etmek yâ sefâhet ve alçaklık veyâ câhillikdir. İşte imâmlarımız hakkındaki yukarıdaki hadîs-i şerîfleri kabûl etmeyip inâd eden vehhâbîler böyledir. Mehdîyi inkâr edenler de böyle olup, birçok hadîs-i şerîflere inanmamış oluyorlar. Bunun için Mehdî geleceğine inanmıyan kâfir olur, denildi. Bunun gibi, yehûdîler ve hıristiyânlar, kendi kitâblarında Muhammed aleyhisselâmın geleceği müjdelendiği hâlde inanmıyorlar. Mü’minler ise, kat’î olarak inanıyoruz. İmâm-ı Rabbânî “radıyallahü anh” için de, böyle müjdeler vardır ve dostları için kat’î ve muhakkakdır. Düşmanların da, inkâr ve inâdı artmakdadır. İnananların fâidesi kendine, inanmıyanların zararı da kendinedir. Mü’minin, tanımadığı bir mü’mine bile iyi zanda bulunması lâzımdır.
O hâlde haklarında cildlerle kitâb yazılmış olan ve eserleri dünyâyı doldurmuş bulunan ve onların izinde gidenler zemânlarının en kıymetlisi, en sevileni olan, iyilikleri güneş gibi her yerde parlıyan Evliyâya iyi zan lâzım olmaz mı?
3 — Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Ümmetimden Sıla isminde biri gelecekdir. Onun şefâ’atı ile Cennete çok kimseler girecekdir) . Bu hadîs-i şerîfi, imâm-ı Süyûtî “rahime-hullahü teâlâ”, Cem’ül-cevâmi’ kitâbında yazıyor. İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” Evliyânın (vahdet-i vücûd) üzerindeki sözlerini geniş açıklayıp, islâmiyyete uygun olduğunu isbât ederek, ahkâm-ı islâmiyye ile tesavvufu vasl etmiş, ya’nî (Sıla) ismini hak etmişdir. Bir mektûb sonunda (Beni iki deryâ arasında Sıla yapan Allahü teâlâya hamd olsun) diye düâ etmişdir. Eshâbı arasında bu ism ile meşhûr olmuşdur. Hadîs-i şerîfde müjdelenen Sıla ismini ondan evvel kimse almamışdır. Bu ismin, imâm-ı Rabbânîye lâyık olduğu, güneş gibi meydândadır. Buna inanan, ona sevgili olur. İnanmakda yanıldı ise, velîye, hâlis müslimâna, iyi zanda bulundu diye, dünyâda ve âhıretde ayblanmaz.
İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, şi’r:
Tabîb ile tabî’iyyeci zan etdi ki insanlar, ölüp çürüdükde, bir dahâ var olmazlar. Sözünüz doğru çıkarsa, değilim hiç zararda, sözüm doğru olduğundan, kalacaksınız Cehennemde. |
4 — Mevlânâ Câmî “kuddise sirruh” Nefehât kitâbında diyor ki: Şeyh-ül-islâm, Ahmed Nâmıkî Câmî buyurdu ki: (Evliyânın çekdiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çekdim ve dahâ çok da çekdim. Allahü teâlâ, Evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ihsânlar yapar ve bunu herkes görür). Ahmed Câmîden, imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” zemânına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, bu zemân içinde Evliyâ arasında bu büyüklükde, Ahmed isminde biri bulunmadı. Ahmed Câmînin haberi, büyük bir zan ile imâm-ı Rabbânîye “radıyallahü anhüm” âid olmakdadır. Şeyh-ül-islâm Ahmed Câmînin “kuddise sirruh” (Benden sonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târîhinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur) sözü de, bu zannı kuvvetlendirmekdedir.
5 — Halîl-ül-Bedahşî “kuddise sirruh” buyuruyor ki: Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistânda bir kâmil gelir ki, asrında onun gibi bulunmaz. Hindistânda bu silsileden, imâm-ı Rabbânîden “kuddise sirruh” başka meydâna çıkmamış olduğundan, bu haberin ona âid olması zarûrî lâzımdır.
6 — İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî “kuddise sirruh”, dokuzyüzyetmişbir hicrî senesinde Hindistânda Lâhor ile Delhî arasındaki cadde üzerinde bulunan Sihrind şehrinde dünyâya gelmişdir. Sihrind, siyâh arslan demekdir. Çünki, bu şehrin yeri evvelce arslanlar ormanı imiş. Şehri evvelâ sultân Firûz şâh kurmuşdur. İmâm-ı Rabbânî dünyâya gelince çocuklara mahsûs olan hastalığa yakalandığından, babası, bunu üstâdı olan Şâh Kemâl kihtelî Kâdirîye göstermiş, üstâdı: Korkma! Bu çocuk çok yaşıyacak ve büyük bir zât olacak buyurmuş ve çocuğu elinden tutup, ağzından öpmüşdür. O zemân Abdülkâdir-i Geylânînin “radıyallahü anh” feyzi ve nûru, vücûd-i mubârekini kaplamışdır. İlk tahsilini babasından okuyup, arabî öğrenmiş, küçük yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişdir. Sesi güzel olduğundan bülbül gibi okur idi. Muhtelif ilmlere âid küçük kitâbları ezberlemiş, sonra Siyâlkût şehrine gidip oralarda Mevlânâ Kemâleddîn-i Kişmirîden ulûm-i akliyyenin ba’zısını gâyet iyi okumuşdur. Mevlânâ Kemâleddîn “kuddise sirruh”, meşhûr Abdülhakîm-i Siyâlkûtînin hocası olup, zemânının en yüksek âlimi idi. Hadîs, tefsîr ve ba’zı usûl ilmlerinden, icâzeti, âlim-i rabbânî Kâdî Behlûl-i Bedahşânîden almışdır. Onyedi yaşında iken, tahsîli temâmlayıp, ma’kûl, menkûl, Fürû’ ve Usûl ilmlerinin hepsinden icâzet aldı. Tahsîli esnâsında Kâdirî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babasının hayâtında zâhir ve bâtın ilmlerini tâliblere öğretmeğe başladı. Bu anlarda (Risâletüt-tehlîliyye) ve (Risâletür-reddir-revâfid) ve (Risâletü isbâtın-nübüvve)ve başka birçok kitâblar yazmışdır. Edebiyyâta çok meraklı olup, fesâhatı, belâgatı, sür’at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayretde bırakıyordu.
7 — Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde kemâli ile birlikde kalbi Ahrâriyye büyüklerinin aşkı ile yanıyordu. Bu yolda yazılmış kitâbları okuyordu. Babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Sihrindden çıkdı. Hindistânın hükûmet merkezi olan Dehli [ya’nî Delhi] şehrine gelince, orada Muhammed Bâkî billâhı “kuddise sirruh” ziyâret etdi. Huzûruna girince, kalbinde bir nûr parladı. Miknâtıs iğneyi çeker gibi, çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyyet etdi ise de, kalbindeki sevgi ve arzû, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzûruna gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini bildirdi. Hizmetinde kaldı. Edeble, can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Ya’nî Kâ’beye gitmekden vazgeçip, Kâ’be sâhibini taleb etdi. Yüksek kâbiliyyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, bütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu. Üstâdının da lutfü ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmiyen hâllere kavuşdu. Birkaç ay sonra üstâdından Ahrâriyyenin kaydsız şartsız tâm icâzetini aldı. Memleketine dönmesi emr olundu. Üstâdı, talebesinden çoğunun yetişdirilmesini ona bırakıp, bunları da arkasından Sihrinde gönderdi. Memleketine gelince, zâhirî ve bâtınî ilm ve nûrlarını dünyâya yaymağa, tâlibleri yetişdirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti âleme yayılıp, her tarafdan gelen âşıklar arasında, kendi üstâdı da, onun nûrundan fâidelenmeğe geliyordu. Herkesin kalbini ilm ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini diriltiyor ve kuvvetlendiriyordu. Zemânının pâdişâhlarını, vâlî, kumandan, âlim, hâkimlerini çok te’sîrli mektûblar ile dîne, sünnet-i seniyyeye teşvîk ediyordu. Çok âlim ve evliyâ yetişdiriyordu.
8 — İlm-i bâtını Muhammed Bâkîden “kuddise sirruh” aldığı hâlde, Allahü teâlâ, ona dahâ fazlasını ihsân eyledi. Kendisine mahsûs olan ilmleri de, cihâna yaydı. Üstâdı da, bu yeni ilmlere kavuşmak için huzûruna gelir, hurmetle otururdu. Hattâ birgün, geldiği zemân, kendisini kalbi ile meşgûl görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de, haber verip râhatsız etme! dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” kalkıp kapıda kim var? deyince, üstâdı: Fakîr, Muhammed Bâkî “rahime-hullahü teâlâ”, dedi. Bu ismi duyunca, kapıya koşup edeb ve tevâzu’ ile karşıladı. Üstâdı kendisine çok müjdeler vermiş, ahbâbına medh etmiş ve öleceği zemân bütün talebesine, ona tâbi’ olmalarını emr etmişdi.
9 — Hâce Muhammed Bâkînin “kuddise sirruh” talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Muhammed Nu’mân “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki: İmâm-ı Rabbânîye tâbi’ olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzûm olmadığını anlatmak için, (kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor) dedim. Hocam sert bir sesle: (Sen, Ahmedi ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerle yıldızı örtmekdedir) buyurdu.
10 — Hâce Muhammed Bâkî, zemânının âlimlerinin büyüklerinden dahâ ba’zı ahbâbına yazdığı mektûblardan birisinde buyuruyor ki: (Sihrind) şehrinden bir genç geldi. İlmi pek çok. Her hareketi ilmine uygun. Birkaç gün bu fakîrin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nûrla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabâsı ve kardeşlerinin hepsi de, pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da, az zemânda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmedin oğulları da var ki, herbiri, Allahü teâlânın birer hazînesidir.
11 — Bir kerre de buyurdu ki, bu üç dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu göstereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünki, onun gibi biri meydâna geldi.
12 — Hâce Muhammed Bâkî “kuddise sirruh”, bir kerre de buyurdu ki, kalblere devâ, rûhlara şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâdan getirip Hindistânın bereketli toprağına ekdim. Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraşdım. O, her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bırakdım.
13 — Hâce Muhammed Bâkî billâh “kuddise sirruh”, İmâm-ı Rabbânîye “kuddise sirruhumâ” yazdığı bir mektûbda buyuruyor ki: Allahü teâlâ size, en yüksek dereceye yetişmek ve herkesi de yetişdirmek nasîb etsin! Mısrâ’;
Kerîmlerin sofrasından toprağa da nasîb vardır!
Mübâlağa değil, işin doğrusu şöyledir ki, Şeyh-ül-islâm Abdüllah-i Ensârî “rahime-hullahü teâlâ” buyurmuş ki, (Beni, Ebül Hasen-i Harkânî “rahime-hullahü teâlâ” yetişdirdi. Fekat Harkânî şimdi sağ olsaydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi.) Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veyâ ehemmiyyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini gözetmekdeyim. İşin doğrusu budur. Allahü teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekden ve aldanmakdan korusun! Bu mektûbumu size getiren Nişâpûrlu Seyyîd Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vaktlerini yanımda ziyân etmemesi için, size gönderiyorum. İnşâallah lutf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak isti’dâdı kadar bir şeyler alır.
14 — Allahü teâlâ, ilm ve irfân fukarâsını, bir şeyden nasîbi olmıyanları, sevip seçdiği Evliyâsı “rahime-hümullahü teâlâ” hurmetine maksadlarına kavuşdursun! Evliyâ kaynağı olan makâmınıza ihlâs ve saygılarımı arz edemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra, ancak bu kelimeyi yazmak mümkindir. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersiz konuşmamakdır. Düâlarınızı istirhâm ederim efendim.
15 — Üstâdından başka, o zemânın büyük âlimlerinden, kâmillerinden birçoğu, ona, lâyık olan medh-ü senâlarda bulunmuşlar, ona karşı edebsizce söyliyenlere cevâb vererek, hepsi onun ma’rîfet ışığı etrâfına pervâne gibi toplanmışlardır. Bunlardan parmakla gösterilen en büyükleri, meselâ, Fadlullah-i Burhanpûrî, Mevlânâ Hasenülgavsî, Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûtî, Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya’kûb Sırfî, Mevlânâ Hasenül Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü’min, Mevlânâ Can Muhammed Lâhurî ve Mevlânâ Abdüsselâm Diyukîdir. Muhaddis Abdülhak-ı Dehlevî, ömrünün çoğunu ona karşı gelmekle geçirip, son zemânlarında kalb aynası nefsinin pas ve tozlarından kurtulup, o güneşin nûrları kalbini parlatınca, onun medhine ve inâdcıların iftirâlarını red etmeğe başlamışdır.
16 — Meselâ Fadl Burhanpûrî onun güzel evsâfını, doğru hâllerini dinlemekden hoşlanır, kıymetli ma’rifetlerini işitmekle zevklenirdi. Onun, kutbül-aktâb, ya’nî zemânının imâmı olduğunu ve hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru ve çok kıymetli olduğunu ve sözlerinin doğruluğuna ve hâllerinin yüksekliğine alâmet, islâm dîninin bütün inceliklerine tâbi’ olması ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm “kuddise sirruh” habs olduğu zemân, kurtulması için beş vakt nemâzda çok düâ ederdi. Kendisine Sihrind taraflarından talebe gelince (Siz imâm-ı Rabbânîye yakın olup da, ilmi, ma’rifeti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşuyorsunuz. Sizlere şaşıyorum) derdi.
17 — Hasenül Gavsî, onu çok medh ederdi. (Menâkıbül-evliyâ) kitâbında, İmâm için (Mahbûbiyyet makâmının sâhibi ve vahdâniyyet meclisi kürsîsinin zîneti ve ferdiyyet makâmının ehli, kutbiyyet mertebesinin reîsi) yazmakdadır.
18 — Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûtî, İmâma “rahime-hümallahü teâlâ” çok ta’zîm ve hurmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. Ona(Müceddid-i elf-i sânî) diye hitâb ederdi. Ona bu ismi evvel söyliyen budur dediler. İnkâr edenlere karşı (Büyüklerin sözlerine, maksadlarını anlamadan i’tiraz etmek câhillikdir. Böylelerin sonu felâketdir. İlm ve feyz kaynağı, irfân menba’ı üstâd Ahmedin sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlamamazlıkdandır) yazmışdır.
19 — Belh şehrinde bulunan mîr Muhammed Mü’min Kübrevî, talebesinden birini, inâbet ve tevbe ve sülûk için imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” huzûruna gönderdi. Gelince, üstâdından ve Seyyid Mîrekşâhdan ve Hasen-i Kubâdânî ve Kâdıl Kudât Tulekden selâm getirdi ve dedi ki, üstâdım mîr Muhammed Mü’min buyurdu ki, ihtiyârlığım mâni’ olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünciye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakda, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mubârek elini öp! dedi, deyip İmâmın “kuddise sirruh” bir dahâ elini öpdü. Vedâ’ edip ayrılırken de dedi ki: Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektûblarınızdan göndermenizi istirhâm etdiler. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü sirre-hül-azîz” doksandokuzuncu mektûbu yazıp, diğer birkaç mektûbla berâber verdi. Bir zemân sonra, Belhden Hindistâna gelen ba’zı sâdıklar dedi ki, İmâmın “kuddise sirruh” mektûbu, mîr Muhammed Mü’mine gelince, okurken zevkinden yerinde duramıyordu ve sultânülârifîn Bâyezîd ve Seyyidüt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı, imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı, demişdi.
20 — O zemânın âriflerinden biri diyor ki, âlimlerin, imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” yazılarından nasîbleri, câhillerin hakîmlerden duydukları hikmetleri anlamaları gibidir.
21 — O zemânın, ilmi ile amel eden dindâr âlimlerinden biri buyuruyor ki: Kalb ve rûh ilmlerinin mütehassısları, yâ kitâb tasnîf ederler veyâ te’lîf ederler. Tasnîf demek, bir ârifin kendine bildirilen ilmleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Te’lîf ise başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnîf çok zemândan beri dünyâdan kalkdı. Yalnız te’lîf kaldı. Fekat, imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” yazıları, doğrusu, tasnîfdir. Te’lîf değildir. Ben, onun talebesi değilim. Fekat insâf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum. Başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşfleri, kalbine gelen ilmleridir. Hepsi de, yüksek, makbûl ve güzel ve islâm dînine uygundur.
22 — O zemânın en büyük kâdîsına, İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” hâlleri soruldukda, dedi ki: Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fekat imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” hâllerini görünce, geçmiş Evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Bundan evvel, geçmiş Evliyânın acâyip hâllerini, garîb ibâdetlerini okuyunca, talebenin bunları, büyülterek yazmış olmaları hâtırıma gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı.
23 — Hadîs âlimi, Abdülhak-ı Dehlevî, ilk zemânlar, imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretlerinin yazılarını beğenmez, i’tirâzlar yazardı. Fekat, son zemânlarında, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yapdıklarına pişmân oldu. Tevbe etdi. Hâce Muhammed Bâkînin me’zûnlarından, Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmede, bu tevbesini şöyle yazdı: Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkîye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyyet perdeleri kalkdı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akl îcâbı idi. Ne insâfsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdânımda duyduğum mahcûbiyyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değişdirmek, Allahü teâlâya mahsûsdur. Abdülhak-ı Dehlevî “rahime-hullahü teâlâ” kendi çocuklarına da mektûb yazarak (Ahmed-i Fârûkînin “sellemehullahü teâlâ” sözlerine karşı i’tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir bulanıklık kalmamışdır. Kalbim ona karşı hâlis olmuşdur) dedi. Görülüyor ki, evvelki i’tirâzları insanlık îcâbı imiş. İşte inkâr edenlerin hepsi de böyledir. Cenâb-ı Hak, dilediğine, merhamet ederek, inkâr Cehenneminden kurtarıp, tasdîk Cennetine kavuşdurur. Tevbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Ba’zıları diyor ki: Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda gördü ve inkârından dolayı kendisini azarladı. Ba’zıları da diyor ki, imâm hakkında Kur’ân-ı kerîmden kur’a çekdi (yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ va’d etdiklerinden ba’zısını başınıza getirir!) meâlindeki âyet-i kerîme çıkdı. Bir kerre de (Onlar Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış verişde bile Allahü teâlâyı kalblerinden çıkarmazlar) âyet-i kerîmesi çıkdı. Ba’zıları da diyor ki, ona karşı i’tirâzları, düşmanların gönderdiği uydurma bir mektûb sebebi ile idi. İşin doğrusunu anlayınca, pişmân olup tevbe etdi.
Tenbîh: Çocukları babalarından mektûb alınca, müsveddeleri yok etdiler. Fekat ba’zıları başkalarında kaldı. Birkaç fârisî kitâbda bunların yazıldığı görülmüş ve gâyet güzel cevâblar verilmişdir. İmâm-ı Rabbânîyi “kuddise sirruh” görüp medh eden âlimlerin hepsi yazılsa ayrıca bir kitâb olur.
24 — BEŞİNCİ MANZARA: Fadl ve kemâlin şöhret bulması, hased edicilerin çoğalmasına sebeb olur. Âdem aleyhisselâmdan beri böyle olmuşdur. Câhillerin hasedi, hased olunanda ni’metlerin çokluğunu gösterir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki:(İnsanlar içinde belâların çoğu peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm”, sonra âlimlere ve dahâ sonra da, sâlihlere gelir). İmâm-ı Rabbânîye de “kuddise sirruh” belâlardan çok nasîb düşdü. Nasıl düşmez ki, müceddid-i elf-i sânî idi. Ya’nî Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene sonra, dîn-i islâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişdi. Yenilemek, değişiklik yapmadan kolayca olur mu? Günâhların, bid’at ve hurâfelerin çoğaldığı, dalâletin yayıldığı, bilhâssa vahdet-i vücûd taklîdcilerinin din âlimi tanındığı bir zemânda, islâm dînini kuvvetlendirmek, bunları temizlemek kolay mıdır?
25 — Şâh Ahmed Veliyyullah-ı Dehlevînin [1179] oğlu Mevlânâ şâh Abdül’azîz 1239 [m. 1824] “rahime-hümullahü teâlâ” diyor ki: (Vahdet-i vücûd, müslimânlar arasında çeşidli şekllere sokuldu. Câhiller, büyüklerin sözlerinin ma’nâlarını anlamıyarak zemânla dinden çıkdı. Bu yüksek ve kıymetli bilgi, dînin yıkılmasına yol açdı. Tekke şeyhleri, bu yüzden, zındıklığa sapdı. Tutdukları yol, câhil halk arasında yayıldı. [Bu hâl islâm düşmanlarının ekmeklerine yağ sürdü. Dinsizleri ve ahlâksızları tesavvuf şâiri diye tanıtmağa, bunların küfr dolu sözlerini, edebiyyât kitâblarında gençlere okutmağa başladılar.] Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî “radıyallahü anh” gibi bir müceddid yaratdı. Ona derin ilmler ihsân eyledi. Bununla, kullarının zihnlerini temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, bâtılı çok kalblerden kaldırdı.
İşte, bunun için ba’zı kimselerin cefâsına, oklarına ve iftirâlarına uğradı. Birçok âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, İmâmın etrâfına ve hizmetine koşuşmaları da, hasedcileri artdırdı. İmâmı tehlükeye düşürmek için, hîlelere başladılar. Meselâ, Cüneyd, Bâyezîd gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor, diyerek, câhil tabakayı aldatdılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdü inkâr ediyor, diyerek, görüşleri kısa olanları, İmâmdan soğutmağa başladılar. Onu sevenlere de, meşâyih-i izâmı inkâr ediyor, Allahü teâlânın ma’rîfetine vâsıtasız olarak kavuşdum diyor, dediler. Nihâyet, hükûmeti tanımıyor, kanûnlara uymuyor diye siyâsî leke sürmeğe uğraşdılar. Bir müslimânın söyliyemiyeceği iftirâları söylediler.
26 — Meşâyih-i kirâmı aşağı görüyor sözü, temâmen iftirâ idi. Mektûbâtda onlara nasıl hurmet ve ta’zîm etdiğini ve her asrda, düşmanların ele aldıkları sözlerine ne güzel ma’nâlar verdiğini, iyi ma’nâya çeviremediklerine de, başlangıcda hatâ ile söylenmiş olup, sonra yüksek derecelere yetişerek bunları düzeltmişlerdir, dediğini okuyanlar, hemen anlar. Keşfdeki hatâların, ictihâd hatâları gibi afv olunduğunu, belki sevâb verildiğini bildirmekdedir. Vahdet-i vücûdü de inkâr değil, ne güzel îzâh etdiğini ve bu mes’elede hem islâm dîninin nâmûsunu koruduğunu ve hem büyüklerin hurmetlerini gözetdiğini, Mektûbâtı okuyanlar bilir.
27 — O zemânın sultânı olan Selîm cihângir hânın devlet adamları, hattâ büyük vezîri ve baş müftîsi ve hattâ haremi Ehl-i sünnet değildi. Hâlbuki imâmın birçok mektûbları ve bilhâssa ayrıca yazdığı (Redd-i revâfıd) risâlesi, mezhebsizleri red etmekde, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmakdadır. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâda bulunan en büyük Özbek hânı Abdüllah-ı Cengizî hâna yollamışdı. (Bunu Îrânda şâh Abbâs-ı Safevîye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur) demişdi. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdüllah hân, Hirâtı ve Horasandaki şehrleri aldı. Buralarını yüz sene evvel Safevîler almışdı. İşte bundan sonra, Hindistândaki mezhebsizler elele verdiler, İmâmın, üstâdına yazmış olduğu, birinci cildin onbirinci mektûbunu sultâna göndererek (O kendini herkesden, hattâ Ebû Bekrden “radıyallahü anh” dahâ yüksek biliyor ve iddi’â ediyor) dediler. Sultân, oğlu Şâh Cihânı gönderip, İmâmı ve evlâdını ve yetişdirdiği büyükleri da’vet etdi. Hepsini öldürmeğe karar verdi. Şâh Cihân, bir müftî ile İmâm-ı Rabbânîye gitdi. Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı Rabbânînin hâlis olduğunu biliyordu. Babama secde edersen, seni kurtarabilirim, dedi. İmâm, bu fetvânın, zarûret zemânında izn olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi. Evlâdını ve eshâbını bırakıp yalnız geldi. Sultân, onbirinci mektûbu gösterip ma’nâsını sordu. O kadar güzel ve doyurucu cevâb verdi ki, Sultân, yüksek hakîkatleri ve esrârı anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neş’elendi ve serbest bırakıp afv diledi. Hasedciler, sultânın hoş, kendi uğraşmalarının boş olduğunu görünce, sultâna, bunun adamları çokdur. Sözleri bütün memleketde yürürlükdedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir. Ne kadar kendini beğenmiş ki, sizi bile küçük görüp, secde ile saygı göstermedi. Hattâ, selâm bile vermedi, dediler. İmâm, içeri girince, sultânı, serhoş, kızgın, azgın, ya’nî hurmet ve değerden kendini sıyırmış görerek, selâm vermemişdi. Meclisde uzun konuşmadan sonra, Güvalyar kal’asında hapsini emr etdi. Bu kal’a, memleketin en sağlam ve korkunç kal’ası idi. Bülbüllerin, aşağı insanların kafesine sokulması gibi, İmâmın “radıyallahü anh” mubârek güneş yüzü, müslimânların nazarından perdelendi. Ayın ondördü, siyâh bulutla örtüldü. Hindin meşhûr edîbi, Âzâd ismi ile anılan seyyid gulâm Alî, o gecenin kararışını, gâyet güzel şi’rleri ile hâtırlatmakdadır.
28 — İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” dahâ önceleri, (Yetişdiğim derecelerin üstünde, çok dahâ makâmlar var. Oralara yükselmek, Celâl ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar Cemâl ile, okşanarak terbiye edildim) buyurmuşdu. Eshâbından ba’zısına, (Elli ile altmış arasında üzerime derdler, belâlar yağacak) demişdi. İşte dediği gibi oldu. O makâmlara da yükselmek nasîb oldu.
29 — Kal’ada mahbûs bulunan binlerce kâfir, İmâmın “kuddise sirruh” bereketi ile îmân ve islâm ile şereflendi. Birçok günâhkâr, tevbe etdi. Hattâ, ba’zıları yüksek âlim oldu. Hattâ, sultâna onbirinci mektûbu anlatırken, orada bulunan, ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâmın dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek, müslimân olduğu meşhûrdur. Sultânın vezîri, zindanda İmâmın başına kardeşini ta’yîn etmiş ve çok şiddetli davranmasını söylemişdi. Bu ise, İmâmdan çeşidli kerâmetler, üzülmek yerine, heybet, sabr ve hattâ neş’e görerek tevbe eylemiş, sapıklık yularını çıkararak, Ehl-i sünnet gerdanlığı ile zînetlenmiş ve İmâmın “kuddise sirruh” hâlis talebesinden olmuşdu.
30 — İmâm “radıyallahü anh” mahbûs iken sultândan râzı idi. Yapdığı bu işinden memnûn idi. Ona hep hayr düâ ediyordu. Hattâ, İmâmın “kuddise sirruh” eshâbından ba’zısı, sultâna kasd etmek istedi. Bunu yapabilecek kudretde idiler. Fekat İmâm onları, rü’yâlarında ve uyanık iken men’ etdi. Sultâna hayr düâ etmelerini emr etdi. (Sultânı incitmek, bütün insanlara zarar verir) buyururdu. Zindandan evlâdına yazdığı mektûbları, Mektûbâtdan okuyanlar, bunları iyi anlar.
31 — Sultân Selîm Cihângir hânın oğlu şâh Cihân “rahime-hullahü teâlâ” babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde, zafer kazanamadı. O zemânın evliyâsından birine hâlini anlatıp düâ istedi. Velî dedi ki: Senin zafer kazanman için, vaktin dört kutbunun sana düâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle berâber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da, İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî “kuddise sirruh” hazretleridir. Şâh Cihân, İmâmın huzûruna gelip, düâ etmesi için yalvardı. İmâm “kuddise sirruh”, babasına karşı gelmesine mâni’ olup nasîhat etdi. (Babana git, elini öp, gönlünü al! Yakında vefât edecek, saltanat sana kalacakdır) diye müjde de verdi. Şâh Cihân, emrlerini dinledi. Arzûsundan vaz geçdi. Az zemân sonra 1037 [m. 1627] de, babası vefât edince, saltanata kavuşdu. Hasedcilerin İmâm için, sultânı dinlemiyor, kanûnlara karşı geliyor, sözlerine hiç inanılır mı?
32 — İmâm “kuddise sirruh” kal’ada iki veyâ üç sene kaldıktan sonra, sultân yapdığına pişmân oldu. Habsden çıkarıp ikrâm ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını emr etdi. Sonra serbest bırakıp ihtiramla vatanına gönderdi. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak avdet buyurdu. Bundan sonra yazdıkları mektûblardaki hakîkatleri, ma’rifetleri, esrârı ve incelikleri ancak evlâd-ı izâmı ve yetişdirdiği hülefâ-i kibârı anlıyabilir. Bu kıymetli mektûbları ile Mektûbâtın üç cildi temâm olmuşdur.
33 — Evliyânın büyükleri, hattâ, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, böyle belâlara, musîbetlere yakalanmışlar ki, zemânımızın evliyâsı ve sâlihleri tesellî bulsun ve câhiller de zemânın evliyâsını derd ve belâda görerek, onları fenâ bilmesin. Bu inceliği anlıyamıyan târîhciler, Evliyânın iyi günlerini yazıp, beşeriyyet îcâbı olan hâllerini yazmıyor, bunları okuyan ehâlî de onları melek gibi sanarak seviyorlar ve kendi zemânlarında sâlih, müttekî ve evliyâ gibi diye işitdikleri bir kimsede insanlık îcâbı bir hâl görünce, onu kötü bilip, ondan istifâdeden mahrûm kalıyorlar. Hattâ onu çekişdirip, çok büyük günâha giriyorlar. Bilmiyorlar ki, Allahü teâlâ, sevdiklerini insanlığa lâzım olan hâllerin içinde saklamakdadır. Nitekim (Sevdiklerimi saklarım. Onları herkes tanıyamaz) buyurmakdadır. Bu husûsda İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” Mektûbâtda çok şeyler bildirdiği gibi, Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” da, (Fütühât) kitâbında diyor ki: Kalbi kıran, nefsi terbiye eden bir kusûr, nefsi azdıran, kalbe gurûr getiren ibâdetden fâidelidir.
34 — İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî “kuddise sirruh”, arzûlarına kavuşup, Allahü teâlânın ihsân etdiği derecelere varıp, takdîr-i ilâhî yerini bulunca, Azrâîl aleyhisselâmın da’vetini kabûl edip, hicrî binotuzdört 1034 [m. 1624] senesi, Safer ayının yirmidokuzuncu salı günü, Refîk-i a’lâya kavuşdu. Sihrind kabristânına defn edildi. Allahü teâlâ, rûhunu râhat ve kabrini nûr ile dolu etsin! Bizleri, kıymetli nefeslerinin bereketi ve yüksek sevgisi ile fâidelendirsin! Şefâ’atine kavuşdursun ve kıyâmet gününde kendisini sevenler ile berâber, bayrağı altında toplasın! Âmîn.
35 — İnsanların huyları ve arzûları ve düşünceleri, başka başka olduğundan, hayâtında, ona karşı iki kısma ayrıldıkları gibi, vefâtından sonra da, bir kısmı medh etdi. Bir kısmı da kötüledi. İmâmın ma’rifetleri cihâna yayılmış olduğundan, düşmanları ne kadar inkâr etdi ise de, örtemediler. Belki, dahâ yayılmasına sebeb oldular. Çünki, inkâr edenler bir i’tirâz zehri saçınca, dostları çeşidli cevâblarla devâ saçdı. Böylece İmâmın medhi için yetmişden ziyâde kitâb meydâna geldi. Bunlar arasında en büyüğü, Muhammed Özbekî Mekkînin (Atıyyetül vehhâb fâsılatü beynel hatâ vessavâb) risâlesi olup, düşmanları rezîl etmiş, başlarını bir dahâ kaldıramıyacak hâle getirmişdir. İmâmı “kuddise sirruh” vefâtından sonra, birçok memleketlerde, birçok âlimler medh etmiş, çok fâideli ve ehemmiyyetli kitâblar yazmışlardır. Bunlardan biri, Mekke-i mükerreme müftîsi, şeyhülislâm, İmâm-ül-allâme, Mevlânâ Abdüllah İtâkî zâdedir “rahime-hullahü teâlâ”. Kitâbının birkaç sahîfesi arabî risâlede varsa da terceme etmedik.
36 — İmâmı “rahime-hullahü teâlâ” vefâtından sonra medh edenlerden, âriflerin reîsi, hakîkatin rehberi, vâsılların senedi, maddî, ma’nevî kemâllerin sâhibi, ilm deryâsı, Ziyâeddîn mevlânâ Hâlid Osmâniyyi Bağdâdî “kuddise sirruh” olup, ince rûhunun terennümleri ile dolu olan fârisî dîvânının doksandördüncü sahîfesindeki beytlerinde buyuruyor ki:
(Yâ Rabbî! O nihâyetsiz yolun yolcusu, ilm sâhiblerinin reîsi, bu göz ile görülemiyen, akl ile varılamıyan gizli sırların menba’ı; insanların anlıyamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sâhibi; köpüren, dalgalanan ma’nâlar deryâsı; maddesizlik, mekânsızlık âleminin reîsi; nûrları ile Hindistânı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli vâdî yapan, Muhammed aleyhisselâmın dîninin büyüklüğünün vesîkası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemiyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkînin “kuddise sirruh” gözlerinin nûru hurmetine beni afv et! Yüzümün karasına bakma! Kendime çok zulm etdim. Sayısız kabâhatler yapdım. Verdiğim sözü hiç tutmadımsa da, senin afv ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, râhat ediyorum. Yalnız senin ihsânına güveniyorum. Çünki (Ben afv ediciyim) buyuruyorsun!)
37 — Onu medh edenlerden birisi de, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin “kuddise sirruh” yetişdirdiği ulema ve Evliyânın en üstünü, âlim, fâdıl, veliyyi kâmil, sayısız kerâmetler sâhibi, seyyid Tâhâ-i Hakkârî “kuddise sirruh” hazretleridir.
38 — İmâm-ı Rabbânîyi “kuddise sirruh” medh eden büyüklerden birisi de, Ulemânın zîneti, Evliyânın ekmeli, seyyid Abdülhakîm Efendidir “rahmetullahi aleyh”. Sâlihlerden birine yazdığı bir mektûbda buyuruyor ki: (Zikr ve zikrin te’sîri, derin bir denizdir. Onun derinliklerine kimse varamamışdır. Bir dalgalı deryâdır ki, bütün dünyâ onun bir dalgasını bilmiyor. Dünyâyı kuşatan öyle bir bahr-ı muhîtdir ki, onu kavramağa bütün âlemin gücü yetmez. Zikr, zikr edenlerin kalblerinde hâsıl olan bir hâldir. Söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsızdır.
Hak teâlâyı, bilen kimsenin dili söylemez olur. Kelime bulamaz ki, anlatabilsin. Şaşar kalır. Dünyâdan ve insanlardan haberi olmaz. Zikr olunan, Allahü teâlâ olduğu gibi, zikr eden de ancak Odur. Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir. Mahlûkların, Onu zikr etmek haddine mi düşmüşdür? Ancak sıfât-ı ilâhiyyesi ile sıfatlanması için, yaratmış olduğu insana kendisini zikr etmesini emr etmişdir. Herkes, yaradılışındaki kâbiliyyeti kadar, o nihâyetsiz ve dalgalı denizden birşey ile tesellî bulur. Veysel Karânî, o deryânın bir damlası ile tesellî bulmuşdur. Cüneyd-i Bağdâdî, o denizden bir avuç mikdârı ile doymuş, kanmışdır. Abdülkâdir-i Geylânî, ancak o denizin kenârına varmışdır. Muhyiddîn-i Arabî ise, bunun dibinden çıkarılmış bir cevher ile övünmekdedir. İmâm-ı Rabbânî, ondan büyük pay almışdır “rahime-hümullahü teâlâ”.
(Allah) kelime-i celîlesini teşkîle hizmet eden elif, lâm ve he harfleri, bu mu’azzam kelimenin işâret etdiği, hiçbirşeye benzemiyen zâtı anlatmağa, âlet ve vâsıtadırlar. Bunları söylemek zikr değildir. Zikr, bu kelimenin netîcesi, semeresi olan bir hâl ve keyfiyyetdir. Bu kelimeye zikr denmesi mecâzdır. Hakîkî ma’nâ ile değildir.
Bunun gibi kelime-i tevhîd de zikr değildir. Ancak söylemek ve ma’nâsı bakımından zikre âletdir. Zikr, bu kelimenin ve bu ibârenin kalb ile tekrârından hâsıl olan bir hâldir. Bu hâlin husûle gelmesi, bu kelime ve ibâreye bağlıdır.)
Çok uzun olan bu mektûbun yukarda yazılı kısmında, imâm-ı Rabbânînin “kaddesallahü teâlâ sirrehul’azîz” medh-u senâsı ne kadar vecîz, kısa, fekat geniş ve câmî’dir.
Seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh” mektûblarında ve derslerinde: (Ba’de kitâbillah ve ba’de kitâb-ı Resûlillah, efdal-i kütüb, Mektûbâtest) buyururlardı. Ya’nî, Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmden sonra ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinin toplanması ile meydâna gelmiş olan Buhârî kitâbından sonra, dîn-i islâmda yazılmış kitâbların en üstünü Mektûbâtdır. [Evliyâ-yı kirâmın vilâyetlerinin kemâlâtının ma’rifetlerini bildiren kitâbların en kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmînin (Mesnevî) si olduğu gibi, hem vilâyet kemâlâtının ma’rifetlerini hem de nübüvvet kemâlâtının ma’rifetlerini ve inceliklerini bildiren kitâbların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin (Mektûbât) kitâbıdır.]
Bir mektûbunda, (Din ve dünyâya en ziyâde yarıyan ve dîn-i islâmda misli yazılmamış olan Mektûbât kitâbını okuyup ba’zısını anlıyan...) yazmışlardır. Buyururlardı ki, fârisîyi az bilen bir kimse, Mektûbâtın fârisîsini dahâ kolay anlar. Çünki, Müstekîmzâde Süleymân Sa’deddîn efendinin yapmış olduğu türkçe tercemesi, hem karışık, hem de hatâlıdır. Müstekîmzâde Süleymân efendi, Muhammed Emîn Tokâdînin talebesinden olup, 1202 [m. 1788] de vefât etdi. Zeyrekde, Üstâdının yanındadır. (Mektûbât) kitâbı çeşidli târîhlerde, çeşidli yerlerde basılmışdır. 1392 [m. 1972] senesinde Pâkistânda Karaşide yapılan baskısı çok güzeldir. İki cild hâlinde olup, birinci cildde yalnız birinci kısm, ikinci cildde ise ikinci ve üçüncü kısmlar mevcûddur. Bu iki cild İstanbulda ofset yolu ile birinci hamur ve en iyi kâğıda, gâyet nefîs olarak basdırılmışdır. İmâm-ı Rabbânînin mubârek oğlu Muhammed Ma’sûm-i Serhendînin yetişdirdiği yüzlerce Evliyânın meşhûrlarından olan Muhammed Bâkır Lâhôrî, 1080 [m. 1668] de Mektûbâtı fârisî olarak hulâsa ederek, (Kenz-ül-hidâyât) ismini vermişdir. Yüzyirmi sahîfe olup, içinde yirmi hidâyet [Başlık] vardır. 1376 [m. 1957] de Lâhôrda basılmışdır. Ayrıca, fârisî (Urvet-ül-vüskâ) kitâbını yazmışdır.
Resûlullahın vârisi, müceddid-i elf-i sânî, İlm-i zâhirde müctehid, tesavvufda Veysel Karânî. Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine, Uyandırdı gâfilleri, yüce imâm-ı Rabbânî. İyi bildi ilm-i hâli, şer’a uygundu her hâli, Küfr sarmışken cihânı, oldu Ebû Bekr misâli. Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan, hem de vâlî, Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî. |
TÜRKİYE TAKVİMİ
VAKİT HESÂBLAMA HEY’ETİ BAŞKANLIĞI
E-posta adresimiz: bilgi@turktakvim.com