Untitled Document ONSEKİZİNCİ MEKTÛB

 

Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Telvînden sonra olan temkîni, Vilâyetin üç mertebesini ve Vücûd-i teâlânın Zât-i teâlâdan ayrı olduğu bildirilmekdedir:

Yüksek  kapınızın  kölelerinin en aşağısı, günâhı çok Ahmed bin Abdülehad sunar ki, hâllerin ve ma’rifetlerin gelmeğe başladığı günden beri, bunları yüksek kapınıza bildirmek saygısızlığında bulundum ve çok ileri gitdim. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin yardımıyla,  hâllere bağlı kalmakdan kurtardı. Telvînden temkîne kavuşdurdu. Ya’nî değişik hâllerden kurtarıp sükûnete kavuşdurdu. Şimdi hayret, şaşkınlık ve üzüntüden başka elime hiçbirşey geçmiyor. Vasl yerine fasl ve kurb yerine bu’d hâsıl oldu. Ma’rifetler kalmadı.  İlm gitdi. Cehl kapladı. Bu şaşkınlıkla mektûb da yazılamaz oldu. Yalnız, günlük olup bitenleri yazarak,  kıymetli vaktlerinizi almağa da elim varmadı.  Kalbimi soğukluk  o kadar  kapladı  ki, hiçbirşeyle  kızışamıyor. Tenbeller gibi hiçbir iş yapamıyorum. Fârisî beyt tercemesi: 

Ben hiçim, hiçden de aşağı, Hiçden  bir iş hâsıl olur mu?

Sözümüze  gelelim. Şimdi (Hakk-ul-yakîn) ile şereflendirdiler. Burada ilm ve ayn, ya’nî bilmek ve görmek  birbirine perde değildirler. Fenâ ile bekâ bir aradadır. Hayret, şaşkınlık içinde ilm ve şü’ûr vardır. Gayb etmiş iken kavuşmuşdur. İlm ve ma’rifet varken cehl ve dalgınlık içindedir. Fârisî mısra’ tercemesi: 

Çok şaşılır. Hem kavuşdum, hem şaşkın oldum.

Allahü  teâlâ yalnız kendi sonsuz merhametiyle yüksek derecelerde ilerletiyor. (Vilâyet makâmı)nın üstünde (Şehâdet makâmı) var. Vilâyetin, şehâdet makâmı yanındaki yeri, sûretlerin tecellîsinin zâtın tecellîsi yanındaki  yeri gibidir. Hattâ, bu ikisi arasındaki uzaklık,  o ikisi arasındaki uzaklıkdan kat kat çokdur. Bunu önceden de bildirmişdim. Şehâdet makâmının üstünde (Sıddîklık makâmı) var. Bu iki makâm  arasındaki uzaklık, kelime ile anlatılabilenden dahâ çok ve işâret olunabilenden dahâ büyükdür.  Sıddîklık  makâmının üstünde, yalnız(Peygamberlik  makâmı) vardır “alâ ehlihessalâtü vesselâm”. Sıddîklık makâmı ile peygamberlik makâmı arasında başka makâm  yokdur  ve olamaz. Başka makâm  olamıyacağı, açık ve doğru olan keşfle anlaşılmakdadır. Ehlüllahdan, ya’nî Evliyâdan birçoğu,  bu iki makâm  arasında bir makâm  dahâ  bulunduğunu söylemişler ve buna (Kurbet) makâmı  demişlerdir. Buraya  ulaşdırmakla da şereflendirdiler. Bu  makâmın ne  olduğunu bildirdiler. Çok  uğraşdıkdan ve pek yalvardıkdan sonra, önce o büyüklerin söyledikleri gibi gösterdiler. Sonra iç yüzünü bildirdiler. Evet, yükselirken Sıddîklık makâmı  hâsıl oldukdan sonra bu makâm hâsıl olmakdadır. Fekat iki makâmın arasında bulunması, üzerinde durulacak birşeydir.  Yüksek  kapınıza  kavuşduğum zemân, inşâallahü teâlâ, işin iç yüzünü geniş olarak sunacağım. Bu makâm çok yüksekdir. Yükselirken, geçilen konaklar içinde bundan dahâ üstünü  bilinmiyor. Allahü  teâlânın vücûdünün, ya’nî varlığının, zâtından, ya’nî kendisinden başka olduğu, bu makâmda anlaşılıyor.  Doğru  yolun âlimleri de “Allahü teâlâ onların  çalışmalarına iyi karşılıklar versin” böyle olduğunu bildirmişlerdir. Burada, vücûd da yolda kalıyor. Ondan dahâ yukarı çıkılıyor. Ebül-Mekârim-i Rükneddîn Şeyh Alâüddevle, kitâblarının bir  kaçında (Vücûd  âleminin  üstünde, Melik-il-vedûd âlemi vardır)  buyuruyor.

Sıddîklık makâmı, Bekâ makâmlarındandır. Çünki, yüzü mahlûklara karşıdır. Bundan dahâ aşağıda, ya’nî iniş makâmlarının en ilerisinde peygamberlik makâmı  vardır. Bu makâm  sıddîklık makâmından dahâ yüksekdir. Sahv ve bekâ burada dahâ çokdur.  Kurbet makâmı,  bu iki makâmın  arasına giremez. Çünki bunun  yüzü, tam tenzîhe doğrudur ve çıkış makâmlarının temâmıdır. Nerede onlar, nerede bu? Fârisî beyt tercemesi: 

Ayna arkasındaki papağan gibiyim, Ezelî üstâd ne derse onu söylerim.

Düşünerek, işiterek anlaşılan ahkâm-ı islâmiyye bilgileri, şimdi keşf ile hâsıl olmakdadır. Keşfler,  ehl-i  sünnet  âlimlerinin bildirdiklerinden kıl kadar  ayrılmamakdadır. Onların kısaca bildirdikleri şeyleri açıkladılar  ve genişletdiler. Düşünerek anlamak yerine içden gelerek öğrenmeği  ihsân etdiler. Bir kimse Hâce Şâh-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül  akdes” hazretlerinden sordu:

SüâlTesavvuf yolunda  ilerlemek, ya’nî sülûk niçindir?

Cevâb(Kısaca, topluca öğrenilenlerin genişlemesi, açılması ve düşünerek bulmak yerine, keşf ile kalbe gelmek içindir) buyurdu. Onlardan başka şeyler öğrenmek  içindir buyurmadı.  Evet, tesavvuf yolunda ilerlerken,  bilgiler, ma’rifetler hâsıl olmakdadır. Fekat, bunların hepsini bırakıp ilerlemek lâzımdır. En son makâma, ya’nî Sıddîklık makâmına  varmadıkça  doğru bilgilere kavuşamaz. Şuna şaşılır ki, Ehlüllah arasında, bu şerefli makâma kavuşduklarını söyleyenlerin bu makâma uygun olan bilgileri ve ma’rifetleri acabâ neden olmuyor? (Her ilm sâhibinin üstünde dahâ büyük âlim vardır.)

Kazâ ve kader  bilgisini de açıkladılar. Öyle bildirdiler ki, islâmiyyetin bildirdiğinden hiç ayrılığı yokdur.  Bu bilgiye, îcâb noksanlığı ve cebr lekesi hiç bulaşmamakdadır. Bu bilgi, ayın ondördündeki ay gibi açık anlaşılmakdadır. İslâmiyyetin  bildirdiğine hiç uygunsuz olmadığı hâlde bu bilgiyi niçin herkesden gizlediklerine şaşıyorum. Eğer dîn-i islâma uygun olmasa idi, o zemân örtmeleri, saklamaları uygun olurdu.  Ne yapdığından süâl olunmaz.  Fârisî beyt tercemesi: 

Onun  korkusundan, kim ne yapabilir? Teslîm olmakdan başka ne diyebilir. İlmler ve ma’rifetler, nisan yağmuru gibi akıyorlar. İnsanın idrâki bunları kavrıyamıyor. Lâf olsun diye insanın idrâki diyoruz. Yoksa, sultânın hediyyelerini ancak onun hayvanları taşıyabilir. Önceleri, bu şaşılacak bilgileri yazmak istiyordum. Fekat başaramadım. Bunun için üzülüyordum.  Sonra, (bu bilgileri göndermek, alışdırmak içindir; bunları ezberlemek için değildir) diyerek üzüntümü  giderdiler. Nitekim mekteblerde talebe diploma almak için çeşidli şeyler öğrenirler.  Bunları ezberlemek için öğretmezler.

Bu bilgilerden birkaçını yüksek huzûrunuza sunuyorum. Şûrâ sûresi onbirinci âyetinde (Onun benzeri gibi hiç birşey yokdur. Ancak O işitici ve görücüdür) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin baş tarafı, Allahü  teâlâyı tenzîh ediyor. Bu, açıkça anlaşılmakdadır. O işiticidir, görücüdür buyurması  da, bu tenzîhi temâmlamakda ve kuvvetlendirmekdedir. Şöyle ki, mahlûklarda da görmek  ve işitmek vardır. Mahlûkların bu iki duygusu Allahü  teâlânın işitmesi ve görmesi gibi sanılabilir. Allahü  teâlâ, mahlûkların işitmediğini, görmediğini bildirerek, böyle  sanmak yolunu  kapamakdadır. Bu âyet-i  kerîmede, işitici ve görücü  yalnız Odur,  mahlûklarda yaratılmış olan kulak ve göz, işitmekde ve görmekde hiç rol oynamaz.  Allahü  teâlâ, kulağı ve gözü yaratdığı gibi, işitmeyi ve görmeyi de yaratmakdadır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te’sîrler gelince işit meyi ve görmeyi yaratmakdadır. İnsanların sıfatları, görmelerine ve işitmelerine hiç te’sîr etmez. Te’sîr eder denilirse, te’sîri de O yaratmakdadır. Mahlûkların kendileri  te’sîrsiz oldukları  gibi, sıfatları da te’sîrsizdir. Herhangi bir kuvvetle taşdan ses çıkarılırsa, taş konuşuyor, o konuşucudur denilemez.

Taş, cimâd, te’sîrsiz, cansız olduğu gibi, onda konuşmak sıfatı vardır denirse, bu  sıfat da cimâddır,  te’sîrsizdir.  Harflerin ve sesin çıkmasında hiç te’sîri yokdur.  Başka sıfatlar da bunun  gibidir. Bu iki sıfat, dahâ meydânda olduğu için, Allahü  teâlâ, mahlûklarda bu iki sıfatın bulunmadığını bildirdi. Mahlûklarda başka sıfatların da bulunmadığı bundan anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ insanlarda önce ilm sıfatını yaratdı. Bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye teveccühünü ya’nî ilgisini yaratdı.  Bundan sonra, bu sıfatın o şeye bağlanmasını yaratdı.  Bundan sonra o şeyin bu sıfat üzerinde görüntüsünü yaratdı.  Âdeti  böyle oldu. O şeyin görüntüsünün ilm sıfatında yaratılmasında, bu sıfatın ne te’sîri olabilir?  Bunun  gibi, önce işitmek sıfatını yaratdı.  Bundan sonra sesleri bu sıfata getirecek kulak ve başka sebebleri yaratdı.  Sonra ses dalgalarını  yaratdı.  Sonra kulağın bu sesi almasını, bundan sonra  da sesi duymağı  yaratdı.  Yine bunun  gibi önce gözü yaratdı. Sonra gözde görüntüyü yaratdı.  Sonra görüntüyü beyinde yaratdı.  Dahâ sonra görmeyi yaratdı.  İşitici ve görücü o kimseye denir ki, işitmesi ve görmesi, kendisinin bu sıfatları ile olsun. Böyle olmayınca,  buna işitici ve görücü denmez.  Bundan anlaşılıyor  ki, mahlûkların sıfatları da, kendileri gibi cimâddır, te’sîrsizdir. Sözün kısası, mahlûklarda sıfatlar yokdur.  Bu sıfatlar ancak Allahü  teâlâda vardır. Bu âyet-i kerîmede, tenzîh ile teşbîh bir araya getirilmişdir. Hattâ âyet-i kerîmenin hepsi tenzîhi bildirmekde, benzeri olmadığını  beyân buyurmakdadır. Birinci ilm, ya’nî mahlûklarda görülen  sıfatların  Hak  teâlânın sıfatları  olması  ve mahlûkları cimâd,  ya’nî te’sîrsiz bilmek, içinden su akan musluk ve testi gibi bulmak, evliyâlık makâmına uygun olan bilgidir. İkinci ilm, ya’nî mahlûkların sıfatlarını  da cimâd gibi bulmak  ve Zümer sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinde(Sen, elbette  ölüsün. Onlar da elbette  ölüdürler) bildirildiği  gibi, mahlûkları ölü bilmek, şehâdet makâmına uygun olan ilmdir. Buradan da, bu iki makâm arasındaki başkalık  anlaşılmakdadır. Bir şeyin azının görülmesi,  çoğunun bulunduğunu gösterir.  Bir yerden  su sızması, büyük su bulunduğunu haber  verir. Fârisî mısra’ tercemesi: 

Senenin  iyiliği behârından belli olur.

Bunun  gibi, bu yüksek makâmın  sâhibleri,  mahlûkların işlerini de, ölü gibi ve cimâd gibi bulurlar. Bunların işleri, Allahü  teâlânın işidir, bu işleri yapan hep Odur demezler. Allahü  teâlâ, böyle olmakdan çok yüksekdir. Bir kimse, bir taşı hareket etdirse,  bu kimse hareket ediyor denmez.  Taşı hareket etdiriyor ve taş hareket ediyor denir. Taş cimâd olduğu gibi, taşın hareketi de cimâddır.  Taş hareket ederken bir adamı öldürse, taş öldürdü denmez.  Taşı hareket etdiren kimse öldürdü denir.  Ehl-i sünnet  âlimleri “şekkerallahü teâlâ sa’yehüm” de böyle söylemişlerdir. Bunlar  mahlûkların yapdıkları işler, kendi irâdeleri ve ihtiyârları ile olmakla berâber, bunları Allahü teâlâ yaratmakdadır. Bunları Allahü teâlânın yaratmasında onların işlerinin hiç te’sîri olmaz. Onların işleri, birkaç hareketdir. İşlerin yapılmasında bu hareketlerin te’sîri olmaz.

SüâlBöyle olunca, kulların işlerine sevâb ve azâb yapılması doğru olmaz. Bir taşa emr vermek ve onun hareketlerine sevâb ve azâb yapmak gibi olur.

CevâbTaşın hareketiyle insanların hareketi başka başkadır. İnsanlara din gönderilmesi ve emrler, yasaklar yapılması, onlarda kudret ve irâde bulunduğu  içindir. Taşda enerji varsa da irâde yokdur.  Fekat,  insanların irâdesini de Allahü  teâlâ yaratdığı için ve bu irâdenin işin yapılmasında te’sîri olmadığı için, bu irâdeleri de ölü gibidir. İrâdenin yalnız şu kadar  te’sîri vardır  ki, iş, kulun irâdesinden sonra  yaratılmakdadır. Allahü  teâlânın âdeti  böyledir.  İnsanların kudreti te’sîr  ediyor  denirse,  kudretdeki bu te’sîrini de Allahü  teâlâ yaratmakdadır. Kudreti yaratdığı  gibi, bunun te’sîrini  de yaratmakdadır. Mâverâ-ün-nehr âlimleri,  kudret te’sîr eder dediler  ise de, bu te’sîrde kudretin ihtiyârı hiç yokdur.  Te’sîri, cansızın hareketi  gibidir. Bir kimse, yukarıdan atılan bir taşın bir hayvanı öldürdüğünü görse, bu kimse, taşın cimâd, cansız olduğunu bildiği gibi, onun hareketini ve bu hareket enerjisinin  öldürmesini de cimâd bilir. Görülüyor ki, mahlûkların  kendileri de, sıfatları da ve işleri de hep cimâddırlar, ölüdürler. Diri olan, herşeyi varlıkda  durduran, işitici, görücü, bilici olan ve her dilediğini yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Kehf sûresinin yüzonuncu [110] âyet-i kerîmesinde (Ey sevgili Peygamberim, onlara söyle! Rabbinin kelimelerini yazmak için deniz mürekkeb olsa, Rabbinin kelimeleri bitmeden, o deniz ve onun gibi bir dahâ deniz biterler)buyuruldu. Çok saygısızlık yapdım. Sonsuz atılganlık yapdım. Ne yapayım? Her bakımdan güzel olanı anlatan  söz de güzel olduğu için ne kadar uzarsa, o kadar tatlı oluyor. Onu anlatan  sözler güzel oluyor. Allahü teâlâdan konuşmağa ve Onun yüce adını dilime almağa hiç lâyık değil isem de, kendimi tutamıyorum. Fârisî beyt tercemesi: 

Ağzımı gül suyu ile binlerce  yıkasam, İsmini söylemeğe  yine lâyık olamam.

Fârisî mısra’ tercemesi: 
Köle olan haddini  bilmelidir.

Yüksek  teveccüh ve ihsânlarınıza sığınıyorum. Çürüklüğümü, aşağılığımı nasıl bildireyim? Her gelen lutüfler,  ihsânlar,  hep yüksek teveccüh  ve merhametinizden hâsıl olmakdadır. Yoksa, Fârisî mısra’ tercemesi: 

Ben hep o eski Ahmedim.

Meyân  Şâh Hüseyn,  tevhîd-i  vücûdî  yolundadır. Bundan çok tad  almakdadır. Onu bu yoldan çıkararak hayret makâmına kavuşdurmak istiyorum. Çünki maksad,  oraya kavuşmakdır. Muhammed Sâdık, küçük olduğu için, kendini  hiç tutamıyor. Eğer yolculukda yanımızda  bulunursa çok terakkî edecekdir. (Dâmen-i Kûh) ya’nî dağ eteği denilen yere giderken yanımızda idi. Çok şeyler kazandı. Hayret  makâmına kavuşdu. Bu makâmda fakîre çok benzemekdedir. Şeyh Nûr da, bu makâmda çok ilerledi. Bu fakîrin yakınlarından bir genç vardır. Onun  hâli çok yüksekdir.  Tecelliyât-i Berkıyyeye  yaklaşdı. Yaradılışı  buna çok uygundur.

Geçdi, isyân ile ömrüm,  neye hâlim varacak? Sızlıyor yaralı gönlüm, onu yokdur  saracak.

Mahşer  yerinde,  zebânîler elinden,  yâ Rab! Eğer etmezsen, inâyet, beni kim kurtaracak?